Yüz Yılın Ardından Bir ‘Yaban’ İncelemesi

15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkan ilk askerlerle başlayan Yunan işgali kısa sürede Batı Anadolu coğrafyasının içlerine kadar ilerledi. 1921’in Eylül’ünde Ankara Polatlı’ya kadar gelmiş olan Yunan ordusu Anadolu topraklarındaki ilerleyişinin limitlerindeydi. Bu dönemde Afyon, Kütahya, Eskişehir, Bilecik, İzmit, Uşak gibi birçok ilin köy ve kasabalarında Türkler bilfiil Yunan işgali altında bulunuyor ve göz önünde olmayan bu yerleşim yerlerinde büyük kıyımlar yaşanıyordu.

Anadolu’nun çorak topraklarında fakirliğin kol gezdiği bakımsız evlerde, yoksun ve kimsesiz kalmış hayatların suskunluğundan, hak arayamayışından ve biçare oluşundan dolayı daha da azgınlaşan işgal güçlerinin yarattığı mağduriyet ortamı, dönemin idarecileri ve askeri yönetimi tarafından duyuluyor ve halkın durumu merak ediliyordu. Bu düşüncelerle Batı Cephesi Komutanlığı tarafından Tetkik-i Mezalim adında bir heyet kuruldu. Bu heyet 1921 – 22 yıllarında Yunan işgali altındaki halkla buluşmak, köy ve kasabalardaki tahribatı gözlemlemek, eğer varsa mağduriyetleri tespit edip raporlamak üzere Yunan işgali altında bulunan Batı Anadolu’nun köy ve kasabalarına ziyaretler düzenledi. Bu heyette dönemin aydın isimlerinden Halide Edip Adıvar, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Adnan Adıvar, Mehmet Asım gibi kişiler yer alıyordu.

Geçtiğimiz günlerde büyük ihtimalle Tetkik-i Mezalim heyetine ait olduğu düşünülen kısa bir video kaydı Saadet Özen tarafından paylaşıldı. Saadet Hanım bu videoyu savaş filmlerinden oluşan bir kolajın içerisinden çıkarmış. Heyetteki tüm isimler bir arada olduğu için Tetkik-i Mezalim adına yapılmış olan gezilerden herhangi birinin yolculuğu sırasında çekilmiş olduğu düşünülüyor.

Tetkik-i Mezalim, Yunan işgalinin yarattığı yıkımı yerinde görmek ve bunu raporlamanın yanı sıra içinde barındırdığı büyük kalem ustalarının varlığından olsa gerek, geziler sırasındaki gözlemlerin neticesinde çıkmasına vesile olduğu büyük edebiyat eserlerinin bulunmasından dolayı da oldukça önemli bir tarihsel hadisedir. Bu heyetle birlikte yapılan gözlemler neticesinde Halide Edip 1923’te ‘Vurun Kahpeye’yi, Yakup Kadri ise 1932’de ‘Yaban’ı yazmıştır. Halide Edip gördüklerini hiç bekletmeden yazıya dökerken, Yakup Kadri uzun süre gördüklerini hafızasında saklamış, cumhuriyet sonrası kurulan hükümette çeşitli görevler almış, bu görevlerin icrası sırasında yaptığı diğer Anadolu ziyaretlerinde gözlemlerini pekiştirmiş ve neticesinde 1932’de Yaban’ı yayımlamıştır.

Yaban

Yaban, tarihsel olarak 1. Dünya Savaşı ile Sakarya Meydan Muharebesi arasındaki yılları kapsayan ve anlattığı dönemden bu yana neredeyse yüz yıl geçmiş olan bir dönem romanıdır. Romanın baş karakteri Ahmet Celal, Çanakkale’de sağ kolunu kaybetmiş aydın bir subay olarak İstanbul’da yaşamaktadır. Fakat kısa bir süre sonra İstanbul’un İngiliz işgali altına girmesine dayanamaz ve emir eri Mehmet Ali’nin çağrısıyla Porsuk çayı kenarındaki bir köye yerleşir. Kitapta bu köyün ismi hiç geçmez. Kitabın tümü Ahmet Celal’in bu köyde geçirdiği yıllarda anıları ve hatıralarından damıtarak oluşturduğu fikirlerini ve günlük olayları yazdığı not defterinden oluşur. Yakup Kadri, Türk köylüsüne dair tüm hikaye unsurlarının ve gözlemlerinin Tetkik-i Mezalim yıllarına dayandığının anlaşılması için kitaba yazdığı ilk önsözde Ahmet Celal’in not defterinin Tetkik-i Mezalim heyeti tarafından işgal sonrası yıkılmış viranelerin arasından bulunmasını şu şekilde hikaye eder;

“Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman orduları Haymana, Mihalıççık ve Sivrihisar bölgelerini, bize, yer yer ateş yığınlarıyla örtülü ıssız ve engin bir virane halinde bıraktı. O afetlerden arta kalmış halkın, bu taş yığınları arasında, ilk insanlardan farkı yoktur. Bunlar, yarı çıplak bir halde dolaşıyor; alevin kararttığı harman yerlerinde toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında öğütmeye çalışıyor; adı bilinmez otlardan, ağaç köklerinden kendilerine bir nevi yiyecek çıkarıyor ve bir yabancının ayak sesini duyunca her biri bir yana kaçıp bir kovuğa saklanıyordu.

İşte, Garp Cephesi Kumandanlığının gönderdiği “Tetkiki Mezalim Heyeti” o viranelerde, taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken, bu kitabı teşkil eden yazıları, arasından yırtılmış ve kenarları yanmış bir defter halinde buldu. Köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu. Kimse, onun nereye gittiğini bilmiyordu. Bununla beraber, onun, iki üç yıl hep bu köyde oturduğunu ve son felaket gününe kadar burada kaldığını söyleyen de kendileri idi.

“Tetkiki Mezalim Heyeti” azasından biri bu kayıtsızlığa şaştı:
– Nasıl olur! dedi, nasıl olur. İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?
Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız, içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir adam, döndü:
-Dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.”

Yakup Kadri’nin Tetkik-i Mezalim Heyeti ile birlikte çalıştığı döneme ait bir fotoğrafı.

Ahmet Celal’in bir şehirli olarak köy hayatına alışması uzun zaman alır fakat nihayetinde bir süre sonra köy yaşamına alışsa da yıllar geçmesine rağmen köylüler kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünmeyen bu ‘yaban’a alışamazlar. Kitaptaki ana tema; Ahmet Celal ve diğer karakterler üzerinden anlatılan Türk aydını ve köylüsü arasındaki uçurumdur. Yakup Kadri bu uçurumu şu ifadelerle anlatır;

“Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.”

Salih Ağa, Şeyh Yusuf, Mehmet Ali, İsmail, Zeynep Kadın, Cennet ve Emine gibi karakterler hikaye zincirinin basit birer halkası değil, Türk toplumunun zümrelerini temsil eden birer simgedir. Bu benim Rus klasiklerinde sıkça gördüğüm toplumcu bir yaklaşım. Alelade olmayan karakterlerin yanına, Türkçe’nin yüksek yetkinlikte kullanımı ve Türk toplumu için kronikleşmiş bir sorun olan köylü – aydın uçurumuna dair yapılan gerçekçi tespitler eklendiğinde Yaban, dünya klasikleri arasına girebilecek bir edebi kaliteye erişiyor. Yakup Kadri’nin kitabın kimi yerlerinde ulaştığı akıcılık ve etkileyicilik öylesine büyük bir zirveye varıyor ki; sanki konuşuyormuş gibi, sanki yıllardır biriken, dinlenen, büyük bir potansiyelle bekleyen düşüncelerini tutan ağır kapakları açmış ve hepsi büyük bir enerjiyle oldukları yerden, gayet nizami fakat hırçınca dökülüyormuş, kendiliğinden boşalıyormuş gibi anlatıyor.

Yakup Kadri, Yaban’da Türk köylüsüne ve aslında o dönemin popülasyon dağılımına bakıldığında Türk halkına karşı ağır denebilecek bazı tespitlerde bulunuyor. Haliyle yaptığı bu tespitler neticesinde köylü düşmanı ilan ediliyor ve ağır eleştirilere maruz kalıyor. Kitabın ikinci basımında bu eleştirilere cevap niteliğinde olan bir önsöz yayınlıyor. Bu önsözde kitabın tamamının verdiği mesajı, muhtemelen kitabı hiç okumadan sadece ilgili yerleri cımbızlayarak Yakup Kadri’yi köylü düşmanı ilan edenlerin gözlerine sokarcasına, yer yer ana temayı en çok vurgulayan yerlerden alıntılar yaparak tüm çıplaklığıyla yazıyor. Evet, Yakup Kadri, Türk köylüsünü iç yaralayan, üzen, hüzünlendiren maddi ve manevi bir yoksunluğun içerisinde konumlandırıyor ve buna uygun bir tarihsel portre kullanıyor. Fakat Türk köylüsünün içinde olduğu bu kötü durumun sorumlusunun kendisinin de bilfiil içerisinde yer aldığı Türk aydınlarının olduğunu açık yüreklilikle ve tüm çıplaklığıyla dile getiriyor;

“Şimdi ne görüyorum? Anadolu… Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.

Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım.

Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”

‘Dee, o da sizin gibi yabanın biriydi’ ile başlayan Yaban, aslında daha başta Tetkik-i Mezalim heyeti içindeki aydınların halktan ne kadar kopuk olduğunu işaret ediyor. Köylü, kendisini işgal sırasında hatırlayan ve yanına gelen bu heyeti de bir ‘yaban’ olarak görüyor. Hikayede Ahmet Celal, yaşadığı köyün tüm insanları, olanlar ve bu olanların insanların hayatlarına etkileri hakkında defter tutuyor, hissediyor, yeri geliyor içerliyor, olaylar üzerine düşünüp uykusuz kalıyor, kafa yoruyor, insanları değiştirmeye çalışıyor, kurtarmaya çalışıyor… ve sonunda kendini ölmüş sayarak, yok sayarak 3 yılını geçirdiği bu köyde insanların gözünde bir “yaban” olmaktan başka hiçbir şey olamıyor. Tüm çabaları, uğraşları büyük bir hiç olmaktan öteye gidemiyor. Bu görüntü, Anadolu coğrafyası özelinde, şehirli bir aydın ile köylü bir halk arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor. Daha köylerinde yıllarını geçirmiş, onlarla konuşmuş, anlatmış, dinlemiş, kendileriyle anılar biriktirmiş bir insana bile o derece idraksizler ki, dünyada, ülkede neler olduğunu idrak etsinler.

Bu köylü öylesine idraksizdir ki; Yunan işgali başladıktan sonra tepelerinden geçen düşman uçaklarına safça bir heyecanla bakar ve uçakların tarlalara dadanan kargaları kaçırması nedeniyle durumdan hoşnutluk duyar. Ankara’da işgale karşı vatanı savunmak üzere yeni bir direnişin tohumları atılırken köylüler Ahmet Celal’i ‘biliyorum sen de onlardan, Kemal Paşa’dan yana olanlardansın’ diyerek adeta bozguncu bir çete üyesiymiş gibi suçlar. Kitapta okunan Türk köylüsü portresi, insanı derin kaygılara sevk edebilecek niteliklere sahiptir. Fakat şu gerçeği de atlamamak, altını çizerek belirtmekte yarar var; Yaban’da çizilen köylü portresi Yakup Kadri’nin izlenimlerinden damıtılmış bir portredir. Nihayetinde Yaban bir romandır ve tarihsel vesika niteliği taşımaz, gerçeğe birebir uyma kaygısı gütmez. Yakup Kadri, Tetkik-i Mezalim gözlemlerinden yıllar sonra bu kitabı yazmıştır. Düşünceleri, hafızasındakiler şüphesiz tümüyle yitip gitmiş olamaz fakat bu süre zarfında muhtemeldir ki; hikaye unsurlarını geliştirmiş, roman akışını bina etmiş ve gerçeklikten belli ölçülerde kopmuştur.

Türk köylüsünün düşman uçaklarına sevinçle baktığı tarihi bir vesikadan okunmuş gerçek olduğu şüphesiz olan bir olay değil nihayetinde bir roman olan ve gerçek olma kaygısı taşımayan Yaban’ın içinde geçen, ana fikri güçlendirmek için kurgulanmış olma ihtimali de bulunan bir olaydır. Yakup Kadri’nin gerçekten böyle bir olaya tanık olup olmadığını bilemeyiz. Bunun sonucu olarak, kanaatimce Yaban, içinde bulunan bu tarz muhtelif hikaye unsurlarına odaklanmadan okunması gereken, ortaya çıkan ana fikir üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken bir kitaptır. Bu ana fikre bakıldığında kitap, Anadolu’nun kanayan yarasına; halkın/köylünün yoksunluğuna, terk edilmişliğine, geri kalmışlığına ustalıkla işaret edebilmiştir. Köylünün palazlanan bir güvenin kozasını yırtıp atışı gibi geri kalmışlığından kurtulmasını istemeyenlerin, onu ebediyen o kozanın içine hapsedip, uygarlığın, medeniyetin faziletlerinden mahrum bırakanların Türk aydınının kendisi olduğunu açıkça ve başarıyla dile getirmiştir.

Sonuç

Peki, Türk aydını kimdir? Yakup Kadri, sorumlunun Türk aydını olduğunu doğrudan okuyucusunu işaret ederek Yaban’da şu satırlarla ifade ediyor;

“Eğer, bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.

Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına artık ne bekleyebiliriz? Bu iklimin çoraklığı, ruhlarını kurutmuştur. Bu ıssızlık ve bu gurbet onlara müthiş bir egoizm dersi vermiştir. Onun için her biri kendi yuvasında bir kunduza dönüşmüştür.”

Aydınlanan ama aydınlatamayan, çıkarları uğruna köşesinde oturan yarı-aydınların varlığında, topyekûn bir millet olarak aydınlıkları büyütme görevi kime düşüyor? Günde ortalama 5 saat televizyon izleyip yılda 6 saat kitap okuyan güzel ülkemizde aydın sensin, benim, bizleriz. Görev bizlere, hepimize düşüyor. Sorumluluğu akademisyenin, siyasetçinin, yazarın sırtına atmayacağız. Evet, aydınlığımız evrenin zifiri karanlığında bir mumdur. Yine de parladıkça parlayacak ve etrafımızı aydınlattıkça aydınlatacağız. Medeniyete, uygarlığa, bilimde ve sanatta zenginliğe ancak uçurumlarını yıkmış, köylüsüyle, şehirlisiyle sımsıkı bir yumak olmuş toplum olarak varabileceğiz. Bu uğurda daha alacak çok yolumuz, okuyacak çok kitabımız ve anlatacak çok hikayelerimiz var.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s