İnsan Varlığının Anlamı

Sidarta Gautama, bugünkü Hindistan topraklarında, Şakya kabilesinin kralı Suddhodana’nın oğlu olarak dünyaya geldiğinde erişemeyeceği, ulaşamayacağı, isteyip de yapamayacağı çok az şey vardı. İhtişamlı saray törenlerinde asil bir ailenin prensi olarak boy gösteriyor, her isteğini yerine getirmekle yükümlü olan saray eşrafının hizmetleri ile dünyanın tüm dert ve kederinden izole şekilde keyifli yaşamını sürdürüyordu. 29 yaşına geldiğinde karısı Yasodhara ve yeni doğmuş oğlu Rahula ile birlikte kabile yönetimine dair olağan sorunların haricindeki hayatları sorunsuzdu.

Sidarta Gautama – Buda Heykeli

Ancak bir süre sonra Sidarta Gautama, dışarının bilinmezliğinin büyüsüne kapıldı. Acıdan ve dertlerden izole edilmiş yapay bir cenneti andıran saray yaşamının, dışarıdan bakıldığında nasıl göründüğünün karşı konulmaz merakına yenilmeye başladı. Babası, Sidarta’nın kendinden sonraki kral olmasını istiyor ve hassas bir ebeveyn yaklaşımıyla, onun dışarıdaki tüm kötülüklerden uzak kalmasını sağlamaya çalışıyordu. Ancak nihai mutluluğu, içinde yaşadığı lüks saray yaşamında bulmaya çabaladıkça örselenmez bir merakın içinde debelenen Sidarta, gün geçtikçe dışarının cazibesine daha fazla kapılmaya başladı. Sarayın dışarısında, kendisinden özellikle gizlenen bazı hayatlar olduğundan kuşkulanıyordu. Bu hayatlar; ya daha yüce bir mutluluğu ya da daha önce hiç tanışmadığı acıları yaşıyordu.

Tüm bu düşünceler, dışarıya karşı duyduğu merakı günden güne kamçıladı ve sonunda bir gece, kimseye belli etmeden, karısını ve yeni doğmuş çocuğunu hiç düşünmeden ardında bırakarak kendisini bilinmezliğe, sarayın dışına attı. Dışarıdaki hayatları tanımanın cazibesi öylesine güçlüydü ki, kendi evladını bile ardında bırakmayı göze alabildi.

Sidarta’nın dışarıda gördükleri tüyler ürperticiydi. 29 yaşına gelinceye kadar hiç tanık olmadığı yoksunluk, hastalık, sakatlık ve sefalet gibi gerçeklerle ilk kez yüzleşiyor olması zihninde büyük bir sarsıntıya neden oldu. Tüm bu kötülükler neden vardı ve neden yaşanıyordu? Neden insanlar açlık çekiyorlardı? Neden hastalıklar, sakatlıklar vardı? Neden bazı insanlar varlıklı, zengin bir hayat sürerken bazı insanlar bu sefil hayatı yaşamaya mecbur kalıyordu?

Sidarta’nın 29 yaşında ilk kez tanıştığı tüm bu gerçeklikler bizlere yabancı değil. Hiçbirimiz Sidarta’nın saray izolasyonuna benzer bir yalıtılmışlık yaşamadık. Bu kötülüklerle birlikte büyüdük ve bizler bunları doğrudan yaşamamış ve deneyimlememiş olsak bile hiçbir zaman açlığı, yoksulluğu ve sefaleti yadırgama düşüncesine kapılmadık. Fakat bu gerçeklerle hiç yüzleşmeden olgunluk çağına erişmiş bir insan için ilk tanışmanın büyük sorgulamalara gebe olduğu muhakkak. Sidarta da hayatın kötü yüzüyle tanışır tanışmaz kendisini derin bir sorgulama ve düşünme evresinin içinde buldu. 6 yıl boyunca Ganj vadisi boyunca çilekeşler gibi dolaştı ve yerel dini önderlerin öğretilerini dinleyerek, bir yanda sefaleti bir yanda zenginliği barındıran hayatın ve insan varlığının anlamını aramaya adadı kendini. Tatmin edici cevapları yerel dini önderlerden değil benliğini aramaya çıktığı yolculuklarda edindiği tecrübeler neticesinde meditasyonda buldu. Onun insan varlığına dair edindiği anlamla vücut bulan öğretileri, dünyanın en yüksek müride sahip dinlerinden biri olan Budizm’in temelini oluşturdu.

Ontolojik Bakışla İnsan Varlığının Anlamı

İnsan varlığının anlamı konusu oldukça derin bir felsefi arayışa işaret ediyor. “İnsan varlığı” ifadesinde kastedilenin bireysel, şahsi varlığın anlamı değil, kitlesel, türsel anlamda tüm insanlığın ontolojik sorgulaması olduğunu söylemekte yarar var. Bu açıdan bakıldığında sorgulamayı yürüten zihin, bu büyük kitlesel varlığın bir parçası olarak ontolojik sorgulamanın öznesi konumuna oturuyor. Yani insan zihninin, insan varlığını sorgulaması gibi birbirini önceleyen unsurların, sorgulamanın bağıl nitelik kazanmasına neden olduğu gerçeğini anlamak gerekiyor. Bu gözlem çerçevesi, yapacağımız yorumların hatalı olmasına neden olabilir. Dahası; fizikten bildiklerimiz, eğer gözlem çerçevemizi değiştirmezsek, hiçbir şekilde bu hatalı okumadan kurtulamayacağımızı söyler. Dolayısıyla yapılması gereken, insan varlığını, insan zihninin evrimsel süreçte kazandığı yetenekler itibarıyla kullanarak dışarıdan bakan, tüm canlılığı, tüm kainatı, tüm evreni gözlem alanı içerisine alan geniş bir perspektiften varlığı incelemek ve sorgulamaktır.

Sorgulamak, sorgulama kapasitesi olan bir zihin için kaçınılamayacak bir derttir. Bu felsefi gerçeği 150 yıl öncesinden çözümlemiş olan büyük tanzimat şairi Ziya Paşa’nın şu beyiti konuyu başarıyla irdeliyor:

Yâ Rab nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn

Olmuş belâ-yı akl ile ârâmdan masûn

Yâ Rab niçin bu arsada her şahs-ı ârifin

Mikdâr-ı fazlına göre derdi olur füzûn

Tanzimat şairi Ziya Paşa

Ziya Paşa, idrakin, aklın, sorgulamanın arttığı ölçüde neden insanların derdinin de arttığı sorusunu harika bir aruz vezniyle ifade ediyor. Düşünmesek, sorgulamasak, daha çok bilgiye vakıf olup dertli yaşamaktansa daha az şey bilip daha mutlu olmayı tercih etsek hayat daha mı güzel olur acaba?

Dertsiz, sorunsuz ve berrak bir zihinle sorgulamadan, düşünmeden yaşamak mümkün. Ancak Sidarta’nın içine sürüklendiği meraka hepimizin kapılması gayet olağan. İnsan varlığının anlamını sorgulamak, biraz mutsuzluk pahasına meraklı zihinler için göze alınabilecek bir uğraş gibi görünüyor.

İnsan Varlığının Anlamı Olmalı Mı?

İnsan varlığının anlamı nedir sorusunu sormadan önce gözlem çerçevesini değiştirip tüm evreni görebilecek bir perspektiften konuyu irdelemekte yarar olduğundan bahsetmiştim. Bu kolay bir şey değil. İnsan zihni, fiziksel olarak gördüğü, duyduğu, algıladığı dış dünyayı, merkezinde ben’in olduğu bir referans çerçevesinden bakarak yorumluyor. Bu durum ister istemez tüm yorumlara, gözlemlere ve algılamalara bir öznellik getiriyor. Bundan kurtulabilmek adına günlük yaşantıyı şekillendiren nedensellik ve benmerkezcilik gibi argümanları dışlayabilmek gerekli. Tıpkı elektriksel bir sinyalin ölçümünde arka planda sabit olarak yer alan gürültünün toplamdan çıkarılması gibi insan olmaktan, insan zihni aracılığıyla düşünmekten ileri gelen arka planda sabit yer alan iradi eylemleri dışlamak, toplamdan çıkarmak gerekiyor. Ego, kibir ve yaradılış merkezli bencillik bunların başında geliyor.

İbrahim Kalın, harika bir felsefi zeminde incelemeler yürüttüğü ve benim büyük bir iştahla okuyarak son derece istifade ettiğim Barbar Modern Medeni kitabında şu ifadelere yer veriyor:

İnsan, bu dünyaya “atılmış” bir varlık değildir. Parçası olduğu büyük varlık dairesinin hasmı yahut yabancısı da değildir. İnsan, aşkın bir ilkeye tutunarak yeryüzündeki varlığını anlamlandırmak zorunda olan bir öznedir. (sf. 26) (Kitabın OvekaKitap tanıtımı için link: Barbar Modern Medeni)

İbrahim Kalın’ın ifadesinde dikkat edilmesi gereken ilk şey; vardığı çıkarıma gitmeden önce insanın dünyaya atılmış bir varlık olamayacağına dair oluşturduğu varsayım. Varlığı anlamlandırmak gerektiği gibi bir çıkarıma götüren yolun dayanağı konumundaki bu varsayımın doğruluğunu tartışmaya açmak gerekiyor. “İnsan varlığının anlamı nedir?” sorusundan önce irdelenmesi gereken asıl şey; “insan varlığının bir anlamı olmalı mı?” sorusudur kesinlikle.

İnsan, günlük yaşamda hayatı şekillendiren akli yaklaşımı sürdürerek karşısına çıkan tüm problemleri anlamlandırarak çözme ihtiyacında olan bir varlık. Ancak “insan varlığının anlamı” ile “okyanusların varlığının anlamı” sorularının aynı yaklaşımla ele alınabileceğine dair bir kesinlik yok. Eşyanın ontolojik sorgulaması ile canlılığın ontolojik sorgulamasının aynı zeminde yapılabileceği meçhul. İnsan varlığına dair yapılacak anlam arayışından önce anlamın gereksinimi üzerine sorgulama yürütmek daha doğru bir yaklaşım.

Bilimsel ve Tarihsel Bakışla İnsan Varlığının Anlamı

Bilim, insan varlığının, canlılar alemi içerisinde ayrıcalıklı hiçbir tarafının olmadığını söylüyor. Hepimiz aynı genetik materyal, aynı evrimsel ilkeler ve aynı doğa yasaları etrafında şekillenen canlılık ve doğa içerisinde bulunan tüm alemin küçük ve önemsiz bir ayrıntısıyız. Son on bin yılda özellikle tarım devriminden sonra sayımızı olağanüstü ölçüde artırabilme ve dünyanın tüm coğrafyalarına yayılarak alanları talan eden ve hakimiyeti tartışmasız ele geçiren tek tür olmayı başardık. Bize rakip olabilecek tüm türleri doğrudan veya dolaylı olarak yok ettik. Evrimsel süreçte kazandığımız kabiliyetlerden olan yorumlama, muhakeme etme ve bilgi üretme gibi üstün düşünce aktiviteleri ile varlığımızı taçlandırdık ve işbirliği kabiliyetimiz sayesinde teknolojiyi, modern şehirleri, sanatı yarattık. Bunların tümünü bilinmeyene olan ilgimiz ve merakımız sayesinde başarmış durumdayız. Merak düşünceyi kamçıladı. Düşünce bilgiyi doğurdu. Sorgulama ihtiyacı bilgi birikimini sürekli geliştirdi. İlkel zamanlarda avını alt etmek, ulaşılması güç besinlere ulaşmak ve tarımsal aktiviteler için toprağı işlemek gibi uğraşlar ve yaşamsal ihtiyaçlar için yürütülen akıl, tarımın kazandırdığı ihtiyaç fazlası artı değerle birlikte karnı doyan insan için hayati olmayan soru ve sorgulamaların da kapısını araladı. İnsan ilk defa varlığının, benliğinin, mevcudiyetinin anlamını sorguladı. Bu sorgulama ilk ihtiyaç fazlasını var edebilen tarım devriminin öncüleri olan Homo sapiens klanından beri binlerce yıldır sürüyor.

Homo sapiens, Dünya üzerindeki canlılığın her üyesi gibi evrim ağacının özel olmayan herhangi bir kolunu takip ediyor. Hiçbir farklılık olmadan…

Homo sapiens’i evrimsel süreçte avantajlı kılan ve rakiplerini alt etmesini sağlayan beyin kapasitesi ilerleyen süreçte felsefi ve bilimsel alanda sorgulamalar yürütebilmesine olanak sağladı. Bugün kendi varlığına dair sorgulama yürütebilen tek türüz. Sırf bu nedenle varlığımızın bir anlamı olduğu yanılsamasına kapılıyoruz. Mesela neden güvercinlerin varlığının anlamı olabileceği ihtimalini düşünmüyoruz? Güvercinlerin sorgulama yetenekleri yok, dolayısıyla bu sorgulamayı kendi başlarına yapamazlar  fakat dünyanın manyetik alanını algılayabilmek gibi bizim için olağanüstü olan bir işi yapabiliyorlar. Onların evrimsel silahı bu. Ne yazık ki bu silah, onlara varlıklarını anlamlandırabilecekleri bir olanak tanımıyor.  Yarasaların ultrasonik ses dalgalarını algılayabilmesi, bazı balıkların vücutlarında elektriksel gerilim oluşturabilmesi gibi yetenekler Homo sapiens kabiliyetlerine çok uzak olan evrimsel kazanımlar. Sırf bu kazanımların ontolojik sorgulama yapabilecek zemine sahip olmayışı nedeniyle kendimize olağanüstü bir üstünlük kılıfı biçerek varlığımızı anlamlandırmaya çalışıyoruz. Oysa ki, evrenin muazzam büyüklüğü karşısında soluk mavi bir nokta olan yerküremiz gibi biz de bu soluk mavi nokta üzerinde muazzam çeşitliliğe sahip canlılığın küçük ve önemsiz bir ayrıntısıyız. Varlığımızın hiçbir anlamı yok. Bu canlılığı bizimle birlikte var eden diğer üyelerin tümü, bizim varlığımızı anlamlandırmak ve perçinlemek için var olmuş değiller.

İnsanı üstün gören ve canlılığın tepesine yerleştiren geleneksel öğretileri modern düşüncenin kazanımlarıyla yeniden ele alıp değerlendirmekte yarar var. Özellikle şu günlerde, görülemeyen, varlığı canlılık ve cansızlık arasında bir yerde tanımlanan, 120 nanometre büyüklüğe sahip bir virüsün yayılımı karşısında kendisini izole etmeye mecbur kalan insanlığın, canlılar alemindeki yerini kavrama noktasında daha alacağı çok yol olduğunu düşünüyorum. İnsan, yeri geldiğinde organize olma kabiliyetiyle kendisinin 10 katı büyüklüğe sahip bir canlıyı alt edebilen, yeri geldiğinde öğrenme kabiliyetiyle toprağı işleyebilen fakat yeri geldiğinde göremediği bir virüse karşı çaresiz kalabilen, canlılığın önemsiz ve sıradan bir üyesi olmaktan öteye gitmiyor. İnsan varlığının hiçbir anlamı olmadığı gibi hiç şüphe yok ki günün birinde yokluğunun da bir anlamı olmayacak. Bir gün insanlık Dünya üzerinden tamamıyla silinse dahi, doğa ve evren kendi dinamikleri içerisinde işleyen devinimlerini kesintisiz sürdürüyor olacak.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s