Ruanda Soykırımı ve Emperyalizmin Görünmeyen Eli

6 Nisan 1994 gecesi başkent Kigali üzerinde açık ve berrak bir hava vardı.  Bölgesel barış gücü askerlerini taşıyan Belçika’ya ait uçak, iniş için Kigali Havalimanı’na doğru alçalışa geçmeye hazırlanıyordu. Ruanda yerel saati 20:20’yi gösterirken Tanzanya’dan gelen Falcon 50 tipi başkanlık uçağı Kigali üzerinde görüldü. Başkanlık uçağının görülmesiyle birlikte öncelik sırası hemen değiştirildi. Belçika uçağı iniş için bekletilecekti. Öncelikli iniş iznini alan başkanlık uçağı, Kigali Uluslararası Havalimanı’na doğru inişe başladı.

O sırada karadan atılan bir füze, uçağın kanatlarından birine çarptı. Ardından ikinci bir füze kuyruğu isabet aldı. Uçak, füzelerin etkisiyle havada infilak ederek başkanlık sarayının bahçesine düştü.

Ruanda Başkanı Habyarimana’nın içinde bulunduğu uçağın enkazı

Uçakta üç Fransız mürettebat ve Ruanda Devlet Başkanı Juvénal Habyarimana’nın da olduğu dokuz yolcu vardı. Tamamı hayatını kaybetti. Başkanlık uçağına yapılan bu saldırıya şahit olanlar, yerden yükselen bir ışığın havada seyretmekte olan uçağı vurduğunu, hemen ardından ikinci bir ışığın daha isabet aldığını ve uçağın infilak ederek alev topuna dönüştüğünü gördüklerini söylüyorlardı.

Saldırının ardından ortalık bir anda karışmaya başladı. Başkanı havalimanında karşılamaya hazırlanan başkanlık muhafızları, ellerindeki silahlarla çevredeki insanları tehdit etmeye başladılar. Daha uçağın enkazına bile ulaşılamamış ve içindekilerin hayatta olup olmadıkları bile bilinmiyorken katliam çığlıkları atılmaya başlanmıştı.

1973 – 1994 yılları arasında Ruanda Başkanlığı görevini yürüten Juvenal Habyarimana

Kısa bir süre sonra Başkan Habyarimana’nın kesin olarak hayatını kaybettiği anlaşıldı. Bu bilgi müthiş bir hızla tüm kente yayıldı. Daha olay çok tazeyken, Hutu kökenlilerden oluşan ve devletin yönetiminde hakim pozisyonda bulunan Ruanda Hükümet Güçleri (Rwandese Government Forces – RGF) uçak saldırısının sorumlusu olarak azınlıktaki Tutsi’ler tarafından kurulmuş olan ve gerilla faaliyetleri yürüten Ruanda Yurtsever Cephesi’ni (Rwandese Patriotic Front – RPF) gördüğünü belirtiyordu.

Ülkenin içinde bulunduğu tüm barış antlaşmaları uçak saldırısının ardından yükselen tansiyonla birlikte görmezden gelinerek, gayet planlı ve organize bir katliam süreci RGF tarafından başlatıldı. Hükümet kontrolündeki radyo istasyonu RTLM (Radio Télévision Libre des Mille Collines) üzerinden Tutsi kökenli sivil halka karşı katliam sürecinin resmi olarak başladığı duyuruldu ve tüm Tutsilerin birer inyenzi (hamamböceği) olduğu söylenerek öldürülmeleri emredildi. Tutsi katliamına bilfiil katılmayan ve yok etme faaliyetlerini desteklemeyen ılımlı Hutuların da öldürülecekler arasında olduğu belirtildi.

Başkanın uçağının düşürüldüğü 6 Nisan akşamında başlayan bu katliam çığlıkları Ruanda’da 100 gün boyunca devam etti. Temmuz ayıyla birlikte sular durulduğunda, geride 1 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği bir katliam bilançosu kaldı. Ölenlerin ezici çoğunluğu Tutsi kökenliydi. Bunların yanı sıra Twa’lar ve ılımlı Hutular da hayatlarını kaybetmişlerdi. Büyük çoğunluğu Hutulardan oluşan 2 milyona yakın insan da katliamın devam ettiği 100 gün süresince ülkelerini terk ederek mülteci statüsünde komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı.

30 Mayıs 1994’te Tanzanya sınırına ulaşmaya çalışan Ruandalılar

Ruanda katliamının nedeni elbette tek başına başkanın uçağının düşürülmesi değildi. Uçak saldırısı, on yıllardır biriken baraj sularının yerinden oynattığı ilk briket taşıydı. Nefret ve kindarlık çimentosuyla ayakta duran ve baraj sularını tutan duvar, sonrasında büyük bir şiddetle yıkılarak önüne kattığı herkesi yok etti. Bu katliamın arkasındaki nedenler her ne olursa olsun 1994 gibi çok eski olmayan bir tarihte, ateşli silahların bile kullanılmadığı ve insanların palalı milisler tarafından öldürüldüğü 100 günlük olaylar zincirinde hiçbir Avrupalı devletin veya Birleşmiş Milletler gücünün olaylara müdahale etmemesi de katliamın uzamasına ve bilançonun ağırlaşmasına yol açtı.

100 gün boyunca Afrika’nın ortasında palalı milisler tarafından öldürülme tehdidiyle karşı karşıya kalan yüzbinlerce insana hiçbir yardım eli uzatmayan Avrupalı ve Amerikalı politikacılar, bölgede insani yardım amacıyla bulunan BM barış gücü askerlerini de Ruanda’dan çekti ve bu korkunç olayları sadece izlemekle yetindi. Tarihinde Ruanda ile hiçbir siyasi ilişkisi olmamış veya yüzeysel ilişkilerde bulunmuş olan devletlerin olaylara karşı reaksiyon almaması belki ‘kısmen’ anlaşılabilir. Fakat 100 gün boyunca katliamı yalnızca izlemekle yetinen bu devletler arasında uzun yıllar Ruanda’yı bir sömürge devleti olarak boyunduruğu altında tutmuş Almanya ve Belçika’nın da olması emperyalizmin geldiği pervasızlığın boyutlarını gözler önüne seriyor. Bahsi geçen bu ülkeler, bir sömürge devleti olarak Ruanda’yı yönettikleri tarihlerde ülkenin ekonomik kaynaklarını sömürmenin yanı sıra, almış oldukları siyasi kararlar ve izledikleri politikalarla ülkeyi katliama götürecek süreci bilerek veya bilmeyerek başlatmışlar ve objektif bir tarihsel bakışla değerlendirildiğinde; soykırım suçunda büyük pay sahibi olmuşlardır.

Bu vurdumduymazlığı bireysel bir hümanizma anlayışıyla çözümlemeye çalışmak oldukça zor. Uluslararası ilişkilerde ‘ne yazık ki’ vicdanın yeri yok. Bilimsel ve insani anlamda soykırım kurbanı Ruandalı Tutsilerin yine başka bir soykırımın kurbanı olan Avrupalı Yahudilerden hiçbir farkları bulunmuyor. Fakat siyasi anlamda bakıldığında Avrupalı Yahudiler için 20. yüzyılın ortasında ayağa kalkan devletlerin Ruandalılar için kılını bile kıpırdatmadığını görüyoruz. Yahudilerin uğradığı soykırım suçu herkesin malumuyken Ruandalıları bilen, duyan birkaç meraklı insandan öteye gitmiyor. Evet, Ruandalı bir insanın hayatı, emperyalizm için ‘ne yazık ki’ çok az şey ifade ediyor. Bu durum İbn-i Haldun’un ‘Coğrafya kaderdir’ sözündeki derin anlamı ortaya çıkaran bir tablo yaratıyor. Nerede doğduğunuz gerçeği, ne kadar yaşayacağınızı, nasıl öleceğinizi, siyasi anlamda ne kadar ‘değerli’ olduğunuzu belirliyor.

Aslında emperyalizmin görünmeyen eli, Ruandalı katliam kurbanlarının kaderlerini on yıllar öncesinden çizmişti. Ruanda Soykırımı, emperyalizmin elini attığı coğrafyalarda yaşattığı yıkım ve tahribatın yıllar sonra bile büyük katliamlara neden olabildiğini gösteren acı dolu bir tarihsel vaka. Üstelik bu vakada dünya devletlerinin olaylara, çıkarları doğrultusunda yaklaştıklarını ve üzerlerine geçirdikleri medeniyet gömleğinin aslında sömürge siyasetinin acımasızlığını gizleyen bir gösteriş unsurundan ibaret olduğunu da görüyoruz. Bu yazıda emperyalizmin görünmeyen eli tanımlamasıyla somutlaştırmaya çalıştığım sömürge anlayışını ve Ruanda özelindeki siyasetini, yakın tarihin kaydettiği bir trajedi üzerinden giderek anlatmayı amaçlıyorum. Bu amaca ulaşmaya çalışırken modern bir şiddet eylemi olarak ‘soykırım’ kavramının anlaşılmasını sağlayarak işe koyulmak gerekiyor.

Modernitenin Şekillendirdiği Şiddet: Soykırım

İnsanlık tarihi, birbiri ardı sıra ilerleyen şiddet ve katliam eylemleriyle doludur. Savaşlar ve genel anlamda bakıldığında tüm şiddet eylemleri büyük tarihsel kırılmaları ortaya çıkarırken, insanoğlunun güç hiyerarşisinde de değişiklikler yaratmıştır. Bu durum insanın evrimsel tarihinde de eş bulmaktan avlanmaya kadar geniş bir spektrumda kendini gösterir. Bugünkü modern yaşamlarımızdan bakınca işler her ne kadar öyle gözükmüyor olsa da, hem evrimsel tarihimiz hem de siyasi tarihimizin arka planında şiddet eylemleri önemli bir yer tutmaktadır.

Günümüzde şiddet eylemleri geri kalmışlıkla ilişkilendirilir. Bir insanı öldürmek, bilinçaltımızda, arkaik genlerine yenik düşmüş bir kişinin iptidai eylemi olarak görünür. Nedeni her ne olursa olsun geldiğimiz bilimsel nokta itibariyle, evrenin büyüklüğünü anlamaya başladığımız modern dünyadan bakıldığında, bir insanı öldürmek, bunu amaçlamak, planlamak, boş, uzak ve gerici bir eylemdir. Ancak avcı-toplayıcı bir grubun içinde alfa erkek olarak çiftleşme şansını artırmayı hedefleyen bir Homo sapiens‘in, yapacağı şey; dişiye birliktelik teklifinde bulunmak değil, dişiyi egemenliği altında tutan alfa erkeği yenmek veya öldürmek olacaktı. Bu açıdan bakıldığında günümüz insanı, arkaik dönemlerin şiddet mirasını temel almayan modern devletler inşa ederek, şiddete başvurma ihtiyacını ortadan kaldıran modern sosyolojiler kurabilmiştir. Bu yüzden bireylerin şiddete başvurma eğilimleri gelişmişlikle ters, arkaik genlerin baskınlığıyla doğru orantılıdır.

2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Yahudilere yönelik uyguladığı sistemli ve programlı katliamlar zinciriyle dünya kamuoyu, konsolide olmuş ve katı bir nefret üzerinden uygulanan yeni bir şiddet türüyle tarihte ilk defa tanıştı. Daha önceleri giderek yükselen bir öfkeyle, mantığın geride bırakılarak ön plana sürülen duygusal bir cesaretle ve düşmanın kim olduğuyla ilgilenmeksizin yapılan öldürme faaliyetleri 20. yüzyılın dünyasında artık giderek azalan bir öfkeyle, sükûnet içerisinde, planlı, organize ve hedefin kim olduğunun önemsenerek yapıldığı bir niteliğe büründü. Bilinen insanlık tarihi, daha önce etnik bir kimliğin yok edilmesi hedeflenerek yapılan organize bir şiddet türünü yazmamıştır.

Ortaya çıkan bu şiddet türü beraberinde yeni bir algılamayı gerektirmiştir. Kendisi de Polonyalı bir Yahudi olan Raphael Lemkin, bu yeni şiddet türüne genocide (soykırım) ismini veren ilk kişidir. Lemkin bu kelimeyi Latincede “ırk, ulus, kavim” anlamlarına gelen genos ile “öldürmek” anlamına gelen cide sözcüklerini birleştirerek türetmiştir. Kavramın Lemkin tarafından ilk olarak ortaya atıldığı yıl 1944, Birleşmiş Milletler nezdinde hazırlanan “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”nin ilk görüşüldüğü yıl 1948 ve yeter sayıda devletin imza koyması ile yürürlüğe girdiği yıl ise 1951’dir. [1]

14 Ekim 1950’de soykırım sözleşmesini imzalayan bazı BM üyesi ülke temsilcileri ve en sağda ayakta Raphael Lemkin görülüyor.

Bu durum hukuksal açıdan değerlendirildiğinde 1951 yılı öncesinde yaşanmış olan bir şiddet eyleminin soykırım tanımına birebir uyuyor olsa bile soykırım olarak nitelendirilmesini olanaksız kılar. Yani kalkıp Roma İmparatorluğu’nun Mısırlılara soykırım uyguladığını söylemek, Osmanlı döneminde insan hakları ihlallerinin yaşandığını söylemekle benzeşen kavramsal bir hataya düşmek olacaktır. Tarihin temel kuralını ihlal etmeden, icat edilmiş kavramları ortaya çıktıkları dönemin koşulları itibariyle değerlendirmek gerekmektedir. Burada sorulması gereken soru; soykırım suçunun insanlığın şiddet dolu tarihsel süreci içerisinde neden daha önce görülmediği ve 20. yüzyıl gibi geç bir dönemde ortaya çıkmış olduğudur.

Bu soruya verilecek cevap, öncelikle soykırım kavramının 20. yüzyılın siyasi ve sosyolojik algılayış biçimlerini ve kavramlarını içerisinde barındırdığını söylemekle başlayacaktır. Soykırım suçu, modern devletin yönetim araçları altında şekillenmiş yeni bir şiddet türüdür.  Güçlü bir organizasyonun, yetkin bir bürokrasinin ve yeterince gelişmiş bir gözetim sisteminin olmadığı bir ortamda soykırım eyleminin gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir.

Kişisel ve modern eğilimin, tüm şiddet türlerinin az gelişmişliğin bir sonucu olarak görülmesi yönünde olduğundan bahsetmiştik. Az gelişmiş ülkelerde suç oranlarının yüksek seyretmesi de bunu doğrular niteliktedir. Sosyal adaletsizlik, işsizlik, hukukun işlevsizliği gibi sorunlar, insanları şiddete başvurmaya yönlendirir. Bu pencereden batı uygarlığına baktığımızda siyasi ve sosyokültürel gelişmişliğini tamamlamış, modern ve hümanist değerleri yüceltmiş, şiddetten uzaklaşmış, daha doğru tabiriyle şiddete başvurma ihtiyacını ortadan kaldırmış bir medeniyet görürüz. Batı uygarlığı, Aydınlanma dönemiyle birlikte temel değerlerini inşa ederken barbarlığı hümanizmle, cahilliği akılla, batıl inancı bilimle yenmiştir ve bunları yaparken doğayı da egemenliği altına almıştır. Bu doğrultuda kendi evrimsel köklerinde bulunan şiddet eğilimlerini de doğa hakimiyetiyle yenmiş ve kendisine şiddetten uzak toplumsal yapılar kurmuştur.

Ancak hümanizmle yoğrulmuş bu toplumlarda sorunlarını şiddete başvurmadan karşılıklı anlayış ve diyalogla çözmeyi öğrenebilmiş insanların bir araya gelmesiyle şiddetten uzak siyasi yapıların elde edildiği düşüncesi büyük bir efsaneden ibarettir. Şiddetin kapsamı teknolojinin verdiği imkanlar doğrultusunda moderniteyle birlikte azalmak bir yana, daha da genişlemiş ve kitleselleşmiştir. Başka bir deyişle; modernite şiddeti yok etmemiş, niteliğini değiştirmiştir. Artık şiddet eylemleri daha çok hissi olarak değil siyasi bir arka planla işlenir hale gelmiştir. Modernite, kişinin evinin soyulması karşısında hırsızı öldürmeyi değil hakkını yasalar karşısında alma imkanını oluşturabilmişken, siyasi olarak aşağılanan bireylerin terörizme başvurarak şiddet eylemlerinde bulunmalarına engel olamamıştır. Netice itibariyle modernite, şiddeti yeni bir forma sokmuş ve şiddete başvurma yollarını yeniden düzenlemiştir.

Binlerce yılı bulan insanlık tarihinin hiçbir safhasında soykırım suçuyla karşılaşılmamıştır. Çünkü soykırım suçu; tanımı itibariyle ırk, ulus, din ve etnisite gibi insan gruplarından en az birinin var olduğu varsayımını gerektirir. Yani, ortaya konan şiddet eyleminin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için bu insan gruplarından birine dahil olanları kapsadığının ve şiddeti ortaya çıkaran gücün de planlı olarak bu gruba yönelik organize olduğunun bilinmesi gerekir. Bu durum ırk, ulus ve etnisite gibi terimlerin 20. yüzyılda kavramsallaştığını hatırlamakla anlam kazanmaktadır. İnsanları sınıflama ve gruplara ayırma faaliyetleri moderniteyle başlayan belirgin bir özelliktir. Aydınlanma öncesi çağlarda da insanlar arasında farklılıkların olduğu bilinen bir gerçektir. Fakat bu farklılıklar devletler arasında mevcutken devletler içerisinde mevcut değildir. Oysa moderniteyle birlikte gelişen milliyetçilik ve ulus kavramlarıyla devletler içerisinde de benzerlikler üzerinden farklılıklar yaratılmış ve insanlar Hutu – Tutsi, Sırp – Hırvat, Türk – Kürt gibi aidiyetler üzerinden kategorileştirilmişlerdir. Bu aidiyetler öteden beri var olan dini kimliklerin moderniteyle birlikte ön plana alınmasıyla da işlenir hale gelmiştir. Nitekim Yahudi soykırımı buna bir örnektir.

Avrupa’da 2. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan Yahudi kıyımları yalnızca bilimsel vizyonun ortaya koyduğu teknoloji seviyesinin, siyasetin kötü ellerinde kullanılarak toplu katliamları mümkün kılmasıyla değil, aynı zamanda bir modern devlet unsuru olarak bürokratik toplum örgütlenmesinde gelinen üstün seviye sayesinde hayata geçirilebilmiştir. Nihai sonucun Yahudilerden fiziksel olarak kurtulmak ve bir dini kimliği topyekün yok etmek olarak belirlenmesinin ardından geriye kalan şeyler; devlet bürokrasisinin birimleri arasında yapılacak planlama, bütçe yönetimi, teknoloji gelişimi ve uygun kaynakların yönlendirilmesi gibi bürokrasinin klasikleşmiş rutin işleyişleri olmuştur.

Postmodern felsefeyle ilgili yaptığı çalışmalarıyla tanınan Zygmunt Bauman’a göre bürokrasi olmadan Holocaust’un gerçekleştirilmesi düşünülemez. Bauman, soykırımın bir modern şiddet eylemi olduğuna dair fikirlerini Holocaust özelinde şöyle ifade ediyor:

“Holocaust, modern çağ öncesi barbarlıkların henüz silinememiş kalıntılarının irrasyonel bir şekilde açığa çıkması değildir. Modernite evinin meşru bir sakinidir; aslında modernitenin dışında hiçbir yerde de kendi evinde gibi olamayacaktır.”

Tabii ortaya konan bu yaklaşımın, hatalı bir ters okumayla modern devlet bürokrasisinin kaçınılmaz olarak soykırımı doğurduğu gibi bir algılamaya yol açmaması gerektiğini de baştan belirtmekte yarar var. Soykırım, moderniteyi mecbur kılan bir sonuçken, modernite, soykırımı mecbur kılan bir durum değildir.

Modernite ve Yahudi Soykırımı ilişkisini ele aldığı “Modernity and Holocaust” eseriyle tanınan Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman

Modernite öncesi şiddet eylemleri tesadüflere bağlı olarak kendiliğinden gelişebilen, kişinin ve grubun hislerinden bağımsız olmayan, anlık öfke durumlarıyla tetiklenebilen eylemler olurken, soykırımda özenle ve dikkatle planlanmış sistematik bir şiddet eylemleri zinciri bulunmaktadır. Bu sistematikliği tüm bir devlet hiyerarşisinde oluşturabilmek ve işlerlik kazandırabilmek konusunda modern devlet unsurları kaçınılmaz bir role sahiptir. Yani, soykırım suçu, modern devletin bizzat kendisini oluşturan tarihsel gelişimin bir sonucu olarak ortaya çıkabilen ve modernitenin önünü alamadığı bir başarısızlık tablosudur.

Soykırım suçunun temel tetikleyici hissi mekanizması sorunlara çözüm bulmaktır. Nasıl ki Holocaust sırasında toplumsal planlama çerçevesinde ‘sorun yaratan’ Yahudilerden kurtulmak amaç edinildiyse, Ruanda’da da Tutsiler yok edilerek sorunlara çözüm bulunması amaçlanmıştır. Ruanda soykırımını planlayan, yürüten, organize eden Hutu kökenli siyasi yöneticiler ve askeri erkler kendilerini ülkeyi fazlalıklarından arındıran, modernize eden kişiler olarak görmüş, Ruanda toplumunda o dönem % 90 nüfus yoğunluğuyla baskın olan Hutular adına ‘çoğunluk demokrasisi’ni işlettikleri gibi modern bir kavramın arkasına sığınarak şiddet eylemlerini meşrulaştırma çabasına girişmişlerdir. Yahudi soykırımını gerçekleştiren Naziler ile Tutsi azınlığa yönelik soykırım uygulamış olan Hutuların modern devlet özelliklerini birbiriyle bağdaştırmak biraz garip görünebilir. Ancak keskin toplumsal sınıflandırmalar, başka hiçbir Afrika ülkesinde görülmeyecek biçimde örgütlenmiş gözetleme mekanizmaları ve bürokratik hiyerarşinin birer modern devlet unsuru olarak Ruanda’da mevcut olması soykırım eylemlerinin bu ülkede vuku bulmasının bir tesadüf olmadığını gösterirken, soykırım suçunun moderniteye mecbur olduğu tezini de kanıtlar niteliktedir.

Soykırıma Giden Yolda Ruanda

Kolonileştirilen ve bir sömürge devleti tarafından belli bir süre boyunca yönetilen tüm Afrika ülkelerinde egemen devletin çekilmesinin ardından oluşan iktidar boşluğunda şiddet olayları yaşanmıştır. Bu durum aslında oldukça normal karşılanmaktadır. Tarihin her döneminde boş kalan yönetim koltuklarına sahip olmak için çeşitli seviyelerde şiddet içeren iktidar kavgalarına rastlanmaktadır. Fakat Ruanda’da diğer tüm sömürge ülkelerinden farklı olarak bir soykırım şiddetinin yaşanması, bu ülkeyi diğerlerinden ayıran bazı özelliklerin açıklanmasını mecbur kılmaktadır.

Ruanda haritası ve ülkenin Afrika kıtası içerisindeki konumu

Ruanda’yı diğer tüm Afrika ülkelerinden ayıran ilk özellik; ülke topraklarının küçük olmasının bir sonucu olarak nüfus yoğunluğunun yüksek olmasıdır. Toprakları yaklaşık olarak Ankara ili büyüklüğünde ve nüfusu 2010 verilerine göre 10.746.311 olan Ruanda, Afrika’nın nüfus yoğunluğu en yüksek olan ülkesidir. Üstelik Ruanda topraklarının büyük bir bölümü dağlık ve engebelidir. Bu durum tarıma elverişli ekilebilir araziyi toprakların %30’uyla sınırlamaktadır. Arazinin büyük bölümünün tepelik ve merdiven şeklinde olması herhangi bir aktiviteyle uğraşan bir kimsenin fiziksel olarak görülebilir olmasını mümkün kılmaktadır. İnsanların sınırlı alanlarda bir arada çalışıyor olmaları da görünebilirliği pekiştirmektedir.

Sürekli takibe ve sıkı denetime imkan tanıyan merdiven şeklindeki Ruanda tarım arazileri

Bunun yanı sıra yönetimsel açıdan toplumun en alt kademelere kadar küçük gruplara bölünmesi, bu gruplara Hutu kökenli aşırıcı isimlerin lider olarak atanması ve devlet tarafından yetkilendirilmesiyle de bürokratik araçların toplumsal hiyerarşinin en alt tabakalarına kadar hükmederek gözetlenmeyi, fişlenmeyi ve sürekli takibi olanaklı kılmaktadır. Ruanda’yı soykırıma götüren en önemli unsur; toplumsal kademelerdeki işte bu mükemmel örgütlenme ve kademeler arasındaki güçlü itaat kültürü olmuştur. Soykırım öncesinde verdiği emirleri toplumun en alt örgütlenmelerine kadar ulaştıran yerel yöneticilerin yerini, soykırım sırasında ordu güçleri almış ve katliam emirleri aynı hiyerarşi kanalı kullanılarak iletilmiştir. Örgütlenmenin alt kademelerinde bulunan kişiler ise katliam talimatlarını bir kanuna uyma davranışı olarak görmüş ve on yıllardır süregelen koşulsuz itaat geleneğini sürdürerek emirleri sorgulamadan uygulamış ve öldürme eylemlerini devlet adına gerçekleştirmiştir.

Ruanda Tarihi

Ruanda tarihini; koloni öncesi, koloni dönemi ve koloni sonrası dönem olarak üçe ayırmakta fayda var. Koloni öncesi dönemde Ruanda Krallığı, Büyük Göller Bölgesi’ndeki en güçlü krallıklardan biriydi. Ülkeyi yöneten kralın bir de danışmanlar konseyi bulunuyordu. Ülke eyaletlere bölünmüştü ve her bir eyalet kralın hem askeri hem de siyasi temsilcisi olma özelliklerine sahip eyalet liderleri tarafından yönetiliyordu. Temel geçim kaynakları tarım ve hayvancılıktı. Farklı bir yaklaşım olarak hayvancılıkla uğraşmak daha çok istenilen, daha çok önemsenen ve üstün tutulan bir geçim kaynağı olarak görülmekteydi. Günümüzde bir Ferrari’ye sahip olmak zenginlik göstergesiyken koloni öncesi dönemin Ruanda’sında büyükbaş hayvanlara sahip olmak bir zenginlik göstergesiydi. Bu kültürel bakışın yarattığı yaklaşımla Ruanda halkı, tamamen kendi özelinde ve devlet kanalında resmiyeti olmayan bir ayrım yaratarak geçim kaynağının şekline göre kendisini sınıflandırdı. Geçim kaynağı ve uğraştığı ekonomik aktivite tarım olan Ruandalılar Hutu olarak isimlendirilirken hayvancılık olanlar Tutsi olarak isimlendiriliyordu.

Koloni öncesi dönemde merkezileşen otoriteyle birlikte Hutu ve Tutsi toplumsal sınıfları da katılaşmıştır. Ancak ilginç bir şekilde koloni dönemine kadar hiçbir zaman bu sınıflar durağan olmamıştır. Yeterince büyükbaş hayvana sahip olan bir Hutulu, Tutsi olabilirken varlıklarını kaybeden bir Tutsi, Hutu olabilmiştir. Ruanda’nın başlıca klanlarında Hutular ve Tutsiler birlikte yaşamışlar ve aynı dili konuşmuşlardır. Sonuç itibariyle koloni öncesi dönemde Hutu – Tutsi ayrımı, devlet kademesinde yer almayan, yazılı olmayan, toplumsal hafızaya dayanan, sınıflar arası geçişin mümkün olduğu ve üretim araçları üzerindeki farklılığa dayanan bir ayrım olagelmiştir.

Ruanda’yı ilk kolonileştiren güç Almanya olmuştur. Fakat Almanya, Ruanda’nın sosyal, kültürel ve siyasi hayatında büyük ve kalıcı değişimler yaratmamıştır. 1890’ların sonundan itibaren Ruanda topraklarında asker bulundurmaya başlayan Almanya, 1910’a kadar süren bölgedeki diğer koloni yönetimleriyle olan çatışmalar sonucu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Belçika, Kongo kolonisini batıya doğru genişleterek Ruanda’yı işgal etmiş ve bölgedeki Alman hakimiyetine son vermiştir.

Belçika’nın, Ruanda toprakları üzerindeki hakimiyeti Almanya gibi sınırlı ve yüzeysel olmamış, ekonomiden kültüre, mimariden sosyal yapıya kadar birçok alanda derin değişimlerin yaşandığı bir yönetim anlayışı uygulanmıştır. Belçika, Ruanda topraklarını ele geçirerek burada bir sömürge devleti olarak hakimiyetini kurduğunda Ruanda yönetiminde Tutsi elitleri söz sahibiydi. Ruanda ile olan koloni ilişkisinin ilk yıllarında Belçika, var olan yönetimi koruyucu çizgide bir politika sergileyerek yönetimdeki Tutsilerle iktidarı devam ettirme yoluna gitmiştir.

Belçika için Ruanda, anavatandan binlerce kilometre uzakta bulunan, toprakları üzerinde yaşayan insanlarla herhangi bir duygusal geçmişin veya birlikteliğin bulunmadığı bir siyasi deneme arenasından farksızdı. Bu dönemde köklü değişimler yaratan kararlar alınırken bunların Ruanda sosyolojisinde hangi seviyede kırılmalar yaratacağı hesaplanmamış, yıllar sonra bu topraklarda hangi acı sonuçlar doğurabileceği düşünülmemişti. Göz önünde bulundurulan tek kıstas, Belçika koloni yönetiminin günlük çıkarlarının neyi işaret ettiğiydi. Hal böyle olunca üzerinde uzun uzadıya düşünülerek alınması gerekli olan kararlar akşamdan sabaha hayata geçirilerek toplumda derin kırılmalar yaratıldı.

Bu kararlardan ilki Hutu – Tutsi ayrımının keskinleştirilmesi ve toplumsal sınıfların geri dönülemeyecek şekilde belirlenmesiydi. Koloni dönemi öncesinde yalnızca ekonomik bir boyutu olan kimliklere ırksal bir tanım kazandırılmış ve 19. yüzyıl antropolojisinin getirdiği üstünlük algısını da yansıtır şekilde Tutsiler üstün ve doğal yöneticiler, Hutular ise yönetilen sınıf olarak algılanmış ve topluma bu şekilde dayatılmıştır.

Belçika koloni yönetimi ekonomik temele dayanan Hutu – Tutsi ayrımını keskinleştirmiş, dönemin popüler konusu olan antropoloji yaklaşımlarıyla kafatası incelemeleri yapmış ve Hutu – Tutsi ayrımına fiziksel özellikleri de dahil etmiştir. ‘Kötü’ fiziksel görünüme ve kısa boya sahip olanlar Hutu sınıfına aittiler.
Hutu – Tutsi ayrımında burun ölçüsü önemli bir kıstastı. Belçika koloni yönetimi burun ölçüsü yeterli kısalıkta olmayanları Hutu kategorisine dahil etmişti.

Koloni öncesi dönemde sınıflar arası geçiş mümkünken Belçika idaresi 1930’larda ırka dayalı kimlik kartları düzenlemiş ve Hutu – Tutsi sınıflar kesin olarak birbirinden ayrıştırılmış ve sınıflar arası geçiş sonlandırılmıştır. Irka dayalı bu söylem, eğitim kanalları aracılığıyla Ruanda mitlerine de yerleştirilmiş ve halihazırda iktidarda bulunan Tutsi kökenlileri de yüceltecek şekilde Tutsilerin kuzeyden gelen ve Hutular üzerinde hakimiyet kuran bir topluluk olduğu algısı yerleştirilmiştir. Koloni yönetiminin Tutsileri yücelten bu yaklaşımı, yönetimde Belçikalılarla birlikte olan Tutsi azınlığı mutlu ederken, Ruanda topraklarında çoğunluk konumunda bulunan ve yönetimde söz sahibi olamayan Hutuları memnun etmemiş ve sınıflar arasında yıllarca birikecek olan ilk nefret tohumlarının ekilmesine yol açmıştır.

Uzun boylu Tutsi kökenli kral Rudahigwa’nın 1949 yılında Belçika’ya olan ziyaretinden bir kare

1950’lerden sonra Belçika koloni yönetimi Birleşmiş Milletler’den Ruanda’daki Hutu nüfusunun koşullarının iyileştirilmesi ve Tutsi – Hutu arasındaki sınıfsal ayrımcılığa son verilmesine yönelik adımlar atılması yönünde baskı görmeye başladı. Koloni yönetimi gelen bu baskılara çok uzun süre dayanamadı. Hutuların günlük hayatta, eğitim ve ekonomik girişim konularında gördükleri negatif ayrımcılığın belli ölçüde azaltılması yoluna gidildi. Bu doğrultuda bazı kararlar alındı ve toplumsal örgütlenmede küçük değişimler yaşandı.

Bu küçük değişimler karşısında bile yönetim kademelerindeki varlıklarını kaybetmekten korkan Tutsi elitleri, Belçika yönetiminin Hutu ayrımcılığına son verme yönünde aldığı kararları uygulamaktan kaçındı ve bu kararlara direndi.  İrade ve uygulama noktalarında meydana gelen bu aykırılığın bir sonucu olarak Tutsilerle Belçikalıların arası bozuldu ve ilişkiler gerildi. Belçikalıların alınan kararları uygulama noktasında çekimser kalan Tutsilere karşı azalan güveni, Hutuların yönetimde yavaş yavaş yer almaya başlamasıyla sonuçlandı. Her şeye rağmen Belçika, Ruanda’yı ırka dayalı bir politikayla yönetmekten geri durmuyor, Hutu veya Tutsi ayrımı gözetmeksizin doldurulması gereken yönetici kadroları bu kez de Hutularla dolduruluyordu.

Sınıflar Arası Nefret

Belçika yönetimi, Ruanda toplumunda öteden beri var olan ekonomik sınıfları derinleştirip ırksal bir temele oturtarak Ruanda sosyolojisinde bir yarılma meydana getirmesinin yanı sıra ülkenin yönetici kadrolarını belirlerken yürüttüğü ayrımcılıkla da sınıflar arası nefreti körükleyici bir rol üstlenmiştir. Üstelik Ruanda üzerindeki egemenliği süresince değişen politikalarla Belçika, farklı zamanlarda iki sınıfı da destekleyerek hem Hutuların hem de Tutsilerin birbirlerine karşı bilenmelerine ve toplumsal hiyerarşideki üstünlük algısını değiştirerek intikam duygusunun bir sosyolojik davranış kalıbına dönüşmesine neden olmuştur.

Belçika yönetiminin 1959’dan sonra Ruanda yönetiminden çekilmesiyle birlikte oluşan iktidar boşluğunda kaçınılmaz olarak bir belirsizlik, istikrarsızlık ve karışıklık dönemi yaşanmıştır. Bu dönemde şiddet olayları tırmanmış hem Hutular hem de Tutsiler iktidarı ele geçirmek için birbirlerine karşı bazı kıyımlar yapmışlardır. Bu durum koloni sonrası döneme geçen her Afrika ülkesinde değişen oranlarda görülmekle birlikte Ruanda özelinde farklı olan şey; toplumsal sınıfların birbirine nefret duyma ve yok etmeye yönelik uyguladığı şiddet eylemlerinin artık bir toplumsal alışkanlık halini almış olmasıdır. Belçika yönetiminin ırka dayalı yürüttüğü yönetim anlayışı, artık koloni topraklarını terk etmiş olsa bile Ruanda siyasetinde terk edilemez bir unsur olarak yerini almıştır.

Koloni öncesi dönem ve Alman koloni döneminde de Hutu – Tutsi ayrımının olduğu ekonomik temelli sosyolojik yapı, Belçika koloni döneminde iktidara sahip olanların tek bir kimlikten seçilmesiyle keskinleştirilmiştir. Irk temeline dayanan sınıfsal ayrım Belçika ile birlikte artık iktidarın belirleyici temel bir unsuru olmuştur. Koloni sonrası dönemde de Hutular, Ruanda toplumunda çoğunluğa sahip olmalarının sağlayacağı çıkar avantajını görmüş ve ırka dayalı yönetim anlayışının devam etmesi gerektiğinde ısrarcı olmuşlardır. Yani, Belçika koloni dönemi sonrasında da ırka dayalı yönetim anlayışı, Ruanda’nın kendi iç siyasi dinamikleri aracılığıyla pekiştirilmiş ve uygulanmaya devam etmiştir. Bu dönemde Hutular, demokratik bir rejim talebinde bulunmuşlardır. Ruanda özelinde uygulanacak demokrasinin, sahip oldukları popülasyon dengesizliğinin kendilerine sağladığı çıkar nedeniyle kolaylıkla ‘çoğunluğun baskıcı yönetimine evrilebileceğini görmüşlerdir.

Koloni sonrası dönemde ‘demokrasi’ adı altında uygulanan tüm seçimlerde ırka dayalı söylemler geliştirilmiş ve siyasi mücadele milliyetçilik ekseninde verilmiştir. Hutu kökenli siyasetçiler kendi siyasi egemenliklerini devam ettirebilmek için sürekli ayrımcı tartışmaları körüklemişlerdir.

Ruanda’da 1959 yılında Hutulara karşı siyasi egemenliklerini korumak amacıyla Tutsilerin ilk kez başvurduğu şiddet eylemi on yıllarca sürecek kısır bir döngüyü başlatan ilk hareket olmuştur. Bir zamanlar büyükbaş hayvanların sayısıyla belirlenen toplumsal sınıflar,  bir koloni dönemi artığı olarak nefret duygusunu miras almış, yıllarca süren iktidar mücadeleleri sırasında birbirine karşı bilenmiş ve tüm bunların sonucunda sınıflar arası şiddet eylemlerinin ilk dalgası meydana gelmiştir. 1959 yılından sonra Ruanda siyasetindeki değişim dönemlerinde veya gerçekleşen bir saldırı sonrasında kontrolü sağlamak ve gücü ele geçirmek için şiddete başvurmak standart bir davranış kalıbı olarak normalleşmiştir.

1994’te Başkan Habyarimana’nın uçağının düşürülmesine gelinceye kadar Ruanda topraklarında farklı sayılarda ölümlerin yaşandığı onlarca şiddet eylemiyle karşılaşılmaktadır. Fakat bir karşılaştırma yapıldığında ‘Ruanda Soykırımı’ olarak anılan 100 günlük katliam döneminin bilançosu, önceki dönemlerde yaşanan tüm katliamları geride bırakacak ölçüde çok daha büyüktür. Bunun temel nedeni 1994’te ülke içindeki istikrarsızlık ve güvensizlik seviyesinin tüm dönemlerden daha yüksek olmasıdır.

1994’te Ruanda

Ruanda 1994 yılına üç yıldır süren siyasi belirsizlikle birlikte girmişti. Çok partili döneme geçiş sürecinde yaşanan şiddet olayları, ani bir ekonomik kötüleşmenin meydana gelmesi, komşu ülke Burundi’de yaşanan şiddet olayları Ruanda’daki günlük hayatın akışını bozmuştu. 1994’te iktidarda ismen bir koalisyon hükümeti bulunsa da fiilen hiçbir etkisi yoktu. Hükümetin bütçesi yoktu ve devlet memurlarının maaşları ödenemiyordu. Üst düzey politikacılar öldürülmüştü. Başkent Kigali siyasi partilerin silahlı gençlik örgütlerinin hakimiyetinde bulunan çeşitli küçük bölgelere ayrılmıştı. Ülkede korku ve şiddet hakimdi. Basın ise ırkçı mesajlar yayınlayarak bu korku atmosferini daha da körükler vaziyetteydi. Özetle Ruanda’da bir kriz hakimdi. Yönetimdeki elitlerin krizin nedeni olarak gördüğü Tutsilere yönelik oluşturduğu algı, başkanın uçağının Tutsi güçleri tarafından düşürüldüğünün açıklanmasıyla doruk noktasına çıktı ve iktidardaki Hutuların üstün organizasyon kabiliyetiyle sivil halka yönelik planlı ve organize saldırılar düzenlenmeye başlandı.

1994’te katliamın başlamasından önce Hutu devlet güçlerinin bu katliamı planladığı ve organize ettiği anlaşılmaktadır. Soykırım öncesinde interhamve isminde birkaç bin milisten oluşan bir gücün Ruanda ordusu tarafından eğitildiği bilinmektedir. [2] 1994 Şubat’ında ordunun hazırladığı bir listede öldürülmesi gereken 1500 Tutsi isim yer almıştır. Yine katliam öncesinde Çin’e yüzbinlerce pala ve satır siparişi verilmiş ve bu ilkel aletlerin yaklaşan ‘böcek’ avında kullanılacağı kaydedilmiştir. Katliam sırasında Hutu milis güçlerini yönetmek üzere devlet ve ordu tarafından kullanılan en önemli teknolojik güç radyo olmuştur. 1993 yılında kurulan RTLM istasyonu aracılığıyla 100 gün süren katliam süresince Tutsilerin yok edilmesi gereken birer hamam böceği olduğu sürekli tekrar edilmiş ve ellerinde pala, balta gibi iptidai katliam araçlarıyla meydanlarda bulunan Hutulu milislere sürekli katliam çığırtkanlığı yapılmıştır.

Hutu milisleri tüm öldürme eylemlerini ellerine geçirdikleri pala, balta, taş sopa gibi ilkel aletlerle gerçekleştirmiştir. Bir süre sonra toplu katliamlar baş göstermeye başlamış ve Tutsileri kurtaracakları/saklayacakları aldatmacasıyla kilise, okul ve hastane gibi yerlerde toplayan bazı rahip, öğretmen ve doktorlar, toplanma bittikten sonra bu insanları Hutu milislerine teslim etmişlerdir. Kasaba ve şehirlerdeki tüm araziler cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpekler bile öldürülmüştür.

Ntarama Kilisesine sığınan 5000’den fazla insan palalı milisler tarafından öldürüldü. Daha sonra bu kilise soykırımı anmak üzere müze haline dönüştürülmüştür.

Katliamın Bilançosu

1994 Temmuz ve Nisan ayları boyunca süren katliamlarda ölenlerin kesim rakamı belli değildir. Soykırım sonrasında kurulan ‘Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ olaylar sırasında ölenlerin beş yüz bin ile bir milyon arasında olduğunu ifade etmektedir. Ölenlerin %95’i Tutsi kökenlidir. Geri kalan %5 ise öldürme eylemlerine katılmayan ılımlı Hutulardır. Öldürülen Tutsiler ülkede bulunan Tutsilerin yarısından fazlasına karşılık gelmektedir. Soykırım öncesinde Ruanda nüfusu yaklaşık 7 milyondur. Katliamlar sırasında 1 milyon insanın öldürüldüğü ve 2 milyonunun da göç etmek zorunda kaldığı düşünüldüğünde yaşanan olayların ülkenin çapı itibariyle ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurduğu anlaşılabilmektedir.

6 Nisan 1994’te başkanın uçağının düşürülmesinden yarım saat sonra yollara barikatlar kurulmuş ve bir saat sonra öldürme eylemlerine başlanmıştır. Katliamlar 100 gün boyunca, göçmen Tutsilerden oluşan RPF güçlerinin başkent Kigali’ye girerek hakimiyeti ele geçirdiği 4 Temmuz tarihine kadar sürmüştür. Bu süreçte ülkede bulunan Belçika Barış Gücü temsilcileri de öldürülmüştür. Bunun üzerine Amerika, Belçika ve Fransa gibi ülkeler Ruanda’daki barış gücü temsilcilerinin sayısını artırıp katliama son vermeye yönelik girişimlerde bulunmak yerine, ülkedeki askerlerinin sayısını azaltarak yalnızca onların güvenliğini düşünmekle yetinmişlerdir.

10 Belçikalı barış gücü askerinin bir süre rehin tutulduğu ve öldürüldüğü yer. Günümüzde burası anma merkezi olarak olduğu gibi korunmaktadır.

Hutu liderlerinin sertlik yanlısı tavırları, RPF güçlerinin ülke içindeki nispeten yavaş ilerleyişi ve uluslararası güçlerin Ruanda’dan çekilerek olaylara hiç karışmaması nedeniyle katliam 100 gün boyunca devam edebilmiştir. Katliamın süresi ve bilançosunu belirleyen yalnızca RPF güçlerinin askeri kabiliyeti olmuştur.

Sonuç

1994 yılı gibi çok yakın bir tarihte gerçekleşmiş olan böylesine büyük çaplı bir katliamdan çıkarılması gereken önemli dersler var. Öncelikle Ruanda Soykırımı’nın dünya kamuoyunda yeterince bilinmiyor ve tanınmıyor oluşu, bu olay üzerine çekilmiş sadece birkaç film ve yazılmış birkaç kitap oluşu, insan hayatının coğrafyalara göre değişen değeri hakkında yeni bir sorgulama yapmaya itiyor bizleri.

Ruanda’daki katliamın yaşanmasında, koloni yıllarında yürütmüş oldukları politikalarla çok büyük pay sahibi olan sömürge devletlerinin katliamlar sırasında nasıl sus pus oldukları, ölümleri görmezden geldikleri, 100 gün boyunca kendi askerlerini korumak ve bölgeden uzaklaştırmak dışında hiçbir şey yapmamaları medeniyetin ikiyüzlü hümanizma anlayışını gözler önüne seriyor. Katliamda payı olmasa dahi yeri geldiğinde demokrasi ve barış dağıtmak uğruna dünyanın diğer ucuna gidebilen devletlerin, çıkarlarını cezbeden bir şey olmadığında koltuklarından kalkmak konusunda nasıl da çekimser kaldıklarını görüyoruz.

Tarih okumanın reel bir faydası varsa eğer o da geçmiş hataların hangi koşullarda gerçekleşmiş olduğunu anlamak ve bunların tekrarlanmaması için gereken önlemleri almaktır. Bugün Ruanda’nın yönetiminde 6 Temmuz 1994’te başkent Kigali’de kontrolü sağlayarak katliamı sonlandırmayı başaran RPF güçlerinin komutanı Tutsi kökenli Paul Kagame bulunuyor. Kagame 2000 yılından bu yana gerçekleştirilen demokratik seçimlerde, %84’ünün Hutu kökenli olduğu Ruandalıların oylarını bir Tutsili olarak alıyor ve iktidarını sürdürüyor. Devlet yönetiminde ‘artık’ Hutu – Tutsi ayrımı yapılmıyor. Şüphesiz ki Ruanda’nın insan hakları ve eşitlik konusunda daha alacağı çok yol var fakat 1994’ün acılarını yavaş yavaş sarmakta ve hatalarını tekrar etmemeye yönelik bir irade sergilemekte oldukları da bir gerçek.

Paul Kagame, 100 günlük katliam dönemine son veren Ruanda Yurtsever Cephesi (Rwandese Patriotic Front – RPF)  askeri güçlerini yönetti. 2000 yılından beri Ruanda devlet başkanlığı görevini yürütüyor.

Bilimsel anlamda hiçbir karşılığı olmayan etnik köken ve ırk gibi kavramların, emperyalist devletlerin çıkar yüklü politikalarıyla bir toplumu yok etmek veya etkisizleştirmek maksadıyla işlevsel bir araç olarak kullanılabileceği ortada. Ruanda, belki de emperyalistlerin ‘bekle ve gör’ taktiğini uyguladığı ve körüklenen milliyetçiliğin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini test ettiği bir deney sahasıydı. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Tüm bunlar karşısında asıl olan; tüm milliyetçi söylemlerin, evrenin varoluşu karşısında hiçbir özel anlamı bulunmayan insanın, modern dünyada varlığını tanımlamak için icat ettiği yapay ve temelsiz birer kavram olduğunu bilmektir.

Harcının bilimle karıldığı toplumlar, tüm milliyetçi tanımların ötesinde her canlının yıldız tozundan ibaret olduğu gibi yüce bir gerçekliğe hakimdir ve yaşantısını bunun üzerine bina eder. Tıpkı ağaçların, kayaların, Ay’ın, toprağın var olduğu gibi vardır insanoğlu da. Çevremizde gördüğümüz canlı – cansız her şey aslında aynı ırktandır; yıldız tozundandır. Bu yüzden gerçeklerini bilime dayandıran, fikirlerini sanatla anlatan toplumlar üzerinde hiçbir güç, milliyetçiliği kaşıyarak tahribat yaratamaz. Bizler, doğu insanına özgü vicdan, yardımseverlik ve hakkaniyet gibi toplumsal değerlere sahip olan bir millet olarak batının hissizliğine, vurdumduymazlığına, umarsızlığına sahip değiliz. Bizler komşumuzun derdiyle dertlenen, yarasıyla acıyan, gözyaşıyla ağlayan insanlarız. Fakat tek başına bu insani duygular bizleri 21. yüzyıl dünyasında geri kalmış ülkeler arasında yer almaktan koruyamıyor, koruyamayacak. Bunların yanına aklı, bilimi ve sanatı koymak, bu alanlarda büyük değerler yetiştirmek zorundayız. Çünkü artık devletler arasındaki güç dengesi, bilime ve teknolojiye olan hâkimiyetle şekilleniyor. Türkiye olarak bizim, Ruanda örneğinin ortaya koyduğu acı tablodan öğreneceklerimiz ve etnik köken sınıflandırmalarının kaygan zemininden kurtulup aklın, mantığın sağlam ve güvenli duraklarına ulaşabilmemiz için aşmamız gereken zorlu yollarımız var.

Kaynaklar ve İleri Okuma

Jacques Semelin – Arındırma ve Yok Etme, İletişim Yayınları, Çeviren: Melike Işık Durmaz
Ebru Çoban Öztürk – Modern Devlet Biyoiktidar Soykırım & Ruanda Örneği, Adres Yayınları
Zygmunt Bauman  – Modernite ve Holokaust, Alfa Yayıncılık, Çeviren: Süha Sertabiboğlu
Cenap Çakmak, Fadime Gözde Çolak, Gökhan Güneysu – 20. Yüzyılda Soykırım ve Etnik Temizlik, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Lukas Barfuss – Yüz Gün, Metis Yayınları
Wikipedia – Rwandan genocide
Wikipedia – Juvénal Habyarimana
Wikipedia – Rwanda
[1] Wikipedia – List of parties to the Genocide Convention
[2] Human Rights Watch – Rwandan Genocide

Yorum bırakın