Kurtuluş’u Anlamak

29 Ekim 2019’da Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin düzenlediği Cumhuriyet Bayramı konserine katıldık. Her milli bayramda olduğu gibi coşku ve neşeyle geçen bayram gününü bu sefer güzel bir konser ile taçlandıralım istedik. Etnik motiflerle birlikte Cumhuriyet aydınlanmasının çağdaş izlerini barındıran ve her gittiğimde büyülenerek izlediğim Ankara’nın opera binasının görkemli salonunda yerimizi aldığımızda, izleyeceğimiz etkinliğin, içimizdeki milli bayram coşkusuyla büyüyen beklentilerimizi karşılayıp karşılayamayacağı konusunda endişeliydik. Etkinliğin başlamasına birkaç dakika kalmışken ön sıralarda bir hareketlilik gözümüze çarptı. Kameraların aydınlatmaları açıldı, flaşlar tüm salonun dikkatini çekerek patladı. Salona girmeden önce şehrin ileri gelenlerinin böylesi etkinliklere ilgisiz kalışlarından yakınmışken, bu dikkat çekici flaşlardan sonra acaba bir bakan veya önemli bir başka şahsiyet teşrif mi buyurdular diye düşünmeye başladık.

Merakımızı gideremeden etkinlik başladı. Koro ve orkestrayla birlikte yaklaşık 100 kişinin efsanevi bir senkronizasyonla ortaya koydukları emeğin biçim verdiği tınılar, seslendirmeler, efektler ve sinevizyon sunumu harikaydı. Üç parçada işlenen konser teması kronolojik olarak sıralanmıştı; Çanakkale, Sakarya ve Büyük Taarruz destanlarını milli duyguları kabartan bir etkileyicilikle anlatmış ve dinletmişti. Konser bittiğinde biz de dâhil olmak üzere tüm seyirci, bu şaheseri sahnede var eden tüm orkestra ve yorumcuları dakikalarca ayakta alkışladı.

29 Ekim 2019 gecesi Ankara Opera Sahnesi

Etkinlik bittikten sonra benim sosyal medyadan çok sıkı takip ettiğim DOBGM Başkanı Murat Karahan, günün anlamına uyan ve izleyicilerin Cumhuriyet Bayramı’nı tebrik eden kısa bir konuşma yaptı. Bu konuşma sırasında, etkinliğin hemen öncesinde yaşanan hareketliliğin sebebi olan kişi de yanında duruyordu. Açıkçası onu tanıyabilmek için hafızamı çok zorladım ama çıkartamadım. Murat Bey’in kendisine gösterdiği hürmet, bu kişinin kıymetini artırırken, bizlerin de merakını cezbediyordu. Konuşma sonunda bu kişinin besteci ve kompozitör Muammer Sun olduğunu öğrendik. Salondan çıkarken tesadüf eseri yan yana gelmemiz ve çıkışa kadar birlikte yürüyerek Murat Bey’le yaptıkları keyifli sohbete tanık olmamız da hoş bir rastlantıydı.

Daha önce Muammer Sun ismini duyduğumu hatırlıyordum. Fakat bu anımsama, Muammer Sun ismini müzik camiasıyla bağdaştırmaktan öteye gidemiyordu. Hayatı, eserleri veya yapıtlarıyla ilgili hiçbir bilgim yoktu. Opera binasından çıkıp Ankara’nın sert soğuğunu bedenimizde hissetmeye başladığımızda, konserin verdiği manevi sıcaklığı biraz daha uzatabilmek adına dinlediğimiz eserlerin güzelliği ve etkileyiciliği üzerine eşimle bir süre sohbet ettik. Eve ulaşır ulaşmaz Muammer Sun hakkında araştırmaya koyuldum. İlk gördüğüm şey; akademik müzik eğitiminde; yetiştirdiği öğrenciler, yazdığı kitaplar ve verdiği derslerle kendisinin önemli bir yere sahip olduğuydu. Yaptığı işler arasında merak uyandırıcı olan bir diğeri ise Kurtuluş dizisinin müzikleriydi. Dizinin bazı sahne fotoğrafları bana tanıdık gelmişti ama bu görüntüler, tüplü televizyonların hüküm sürdüğü çocukluğumun silik hatıraları arasında varlığını ancak belli belirsiz koruyor gibiydi. Dizi çok ilgimi çekti ve hemen izlemeye koyuldum.

Kurtuluş

Kurtuluş dizisi TRT ve Sabah gazetesi ortaklığında 1991 yılında çekimlerine başlanan, yaklaşık 300 aktör ve 40 bin figüranın görev aldığı, 5 bin atın kullanıldığı, içerdiği savaş sahnelerinin hiçbir özel efekt kullanılmadan gerçek görüntülerden oluştuğu ve yaklaşık birer saatlik 6 bölümden oluşan dev bir yapım.

Kurtuluş TV dizisinin VCD kapağı

Bu satırları 6 bölümü ardı ardına izledikten sonra yazıyorum. Diyebilirim ki; izlediğim en görkemli, en gerçekçi, en etkileyici, en muhteşem şeydi. Bu eserin 1994 yılında TRT ve Sabah markalarının işbirliğiyle ortaya konulmuş olması karşısında, aynı markaların günümüzdeki konumlarını hatırlamak ve geleceğin inşasında benzer sorumluluğun artık başka kişi veya kurumlarca sırtlanması zorunluluğunu kabullenmek, oldukça üzüntü verici bir başka gerçeklikti.

Dizide yer alan oyuncular adeta bir yıldızlar karmasını oluşturuyor denilebilir. 90’lı yıllar Türkiye’sinde popüler oyuncuların sanıyorum ki kaba bir tahminle %90’ı bu dizide rol almış. Mustafa Kemal Paşa rolünde Rutkay Aziz, İsmet Paşa rolünde Savaş Dinçel, Fevzi Paşa rolünde Mahmut Cevher ve diğer rollerde Altan Erkekli, Ayda Aksel, Levent Ülgen, Müşfik Kenter, Mehmet Aslantuğ, Ege Aydan, Aşkın Nur Yengi gibi günümüzde de popülerliğini koruyan birçok isim yer alıyor.

Mahmut Cevher (Fevzi Paşa), Rutkay Aziz (Mustafa Kemal Paşa) ve Savaş Dinçel (İsmet Paşa)

Dizinin işlediği dönem II. İnönü Muharebesi ile Büyük Taarruz’un sonuçlandığı ve Mudanya Mütarekesinin imzalandığı tarih aralığını kapsıyor. Bu bakımdan Yunan ilerleyişinin Ankara – Polatlı önlerine kadar ulaştığı, savaşın en kritik, en sancılı, en buhranlı zamanlarının yaşandığı tarihi de içine alıyor. Denilebilir ki; Türk milletinin 300 yıldır devam eden makus talihinin kırıldığı, sürekli yenilen, ezilen, kaybeden bir ordunun savaş meydanlarından zaferle ayrılmaya başladığı bu fevkalede sürecin, başta Mustafa Kemal olmak üzere bir mucizeyi adeta ilmek ilmek işleyerek yaratan nadide insanlarının hikayesini anlatan bu efsanevi filmin kendisi de, hikayesini anlattığı insanlara benzer şekilde, döneminin çok üzerine çıkmış, 90’lı yılların maddi ve teknik imkansızlıklarına rağmen dev bir başyapıt olarak ülkeye kazandırılmıştır.

Dizinin anlattığı konu; milletimizin meşru müdafaa destanı olduğundan, gayet haklı bir biçimde pozitif tarafta yer aldığımız ve bu durumun dizinin eleştirisine de yansıyacağı yorumu reddedemeyeceğim bir haklılık içermektedir. Fakat dizinin işlediği konuyu dikkate almayarak tarafsızlıkla sinematografi kalitesine baktığımızda da başarılı bir teknik arka plan görürüz. Öncelikle çok başarılı bir aktör seçiminin yapıldığı ortadadır. Osmanlı Devleti’nin ileri gelenleri, Milli Mücadele kadrosu, Yunan subay ve generalleri, dönemin gazeteci ve aydınları, İngiliz siyasetinin önemli isimleri harika bir karakter – aktör uyumu içerisinde belirlenerek zor bir işin üstesinden gelinmiş. Cast seçimi konusunda da çok başarılı bir iş ortaya konulmuş. Dizide er olarak yer alan figüran askerlerin görünümleri, halleri, duruşları dönemi oldukça iyi yansıtıyor. I. TBMM binası, İzmir Kordonboyu gibi önemli yerlerin çekim platosunda yeniden inşa edilen örnekleri yapaylığı hissettirmeyecek derecede başarılı.

Dizide Türk askerini temsilen yer alan figüranlar

Dizinin senaryosu “Şu Çılgın Türkler” kitabı ile tanıdığımız Turgut Özakman’a ait. Elli yıllık bir çalışmanın ürünü olarak 2005 yılında yayınlanan bu kitap, 90’lı yılların başında henüz taslak halindeyken Kurtuluş’un senaryosunu besleyen bir kaynak görevi görmüş. Sanıyorum böylesine ince elenip sık dokunan, ayrıntılara girilen ve dönem tahlilinin son derece güçlü bir akademik özveriyle yapıldığı bir kaynağa dayanıyor olmasından dolayı dizide önemli teknik detaylar da atlanmamış. Örneğin; Birinci Cihan Harbi ile Milli Mücadele dönemlerindeki askeri üniforma farklılığının diziye yansıtılmış olması takdiri hak ediyor. Rütbelerin Birinci Cihan Harbi sırasında omuzdayken, Milli Mücadele döneminde yakada oluşu, atlanmayan ve titizlikle işlenmiş olan detaylardan biri.

Milli Mücadele öncesinde Yüzbaşı Faruk’un (Ege Aydan) rütbeleri omuzdayken, Milli Mücadele sırasında rütbelerin yakaya geçtiğini görüyoruz.

Kurtuluş, Milli Mücadele dönemini izleyiciye aktarırken dar bir çerçeveye sıkışarak yalnız Ankara çevresinde gelişen olayları değil, iç ve dışta yaşanan tüm hadiseleri kapsayan geniş bir perspektif kullanıyor. O sıralarda Kafkasya’da Sovyet desteğini alarak Ankara’ya ilerlemeyi hedefleyen Enver Paşa ve şürekâsı, Ali Fuat Bey’in Sovyetlerle olan münasebetleri, işgal altındaki İstanbul’da padişah Vahdettin ve sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın diyaloglarına yeterli ölçüde yer veriliyor. Anadolu’da süren savaşın en çetin zamanlarında dahi TBMM’de yaşanan tartışmalar ve Mustafa Kemal Paşa’ya karşı sürdürülen muhalefet detaylıca işleniyor. Bu bakımdan Kurtuluş, Milli Mücadele’nin örgütlendiği yıllarda Mustafa Kemal Paşa ve diğer üst kadronun iç ve dışta birden fazla düşmanı gözeterek savaş verdikleri gerçeğini başarılı bir şekilde izleyiciye aktarıyor.

Bunun yanı sıra İnebolu – Ankara arasında ‘İstiklal Yolu’ adı verilen hat üzerinde çamura bata çıka kağnılarla ilerleyerek cephane taşıyan, istihkâm birlikleri içerisinde çalışarak Anadolu bozkırı üzerinde canla başla siper kazan, geri çekilen Yunanların tahrip ettiği tren raylarının onarılmasında cansiparane emek harcayan Türk kadınının Milli Mücadeleye olan katkısı layıkıyla aktarılarak, manevi hissiyat mesajı olağanüstü başarıyla izleyiciye ulaştırılıyor.

Cephane taşıyan kadınlar

Dizinin Türk televizyon tarihi için bir başyapıt niteliğine sahip olmasının ardında sinematografi kalitesi de yer alıyor. Birçok sahnede plan sekans (continuous take, long take) tekniğinin uygulanmış olması, yani sahnenin kesintili/statik olarak değil kesintisiz/sürekli olarak çekilmesi ustaca bir görüntü yönetmenliği işinin ortaya çıkarıldığını gösterirken izleyici için seyir zevkini de artırıyor. Konuya yakın olanlar takdir edecektir ki; bu tür sahnelerin çekilmesi özellikle o yıllar için oldukça zordur. Sahnenin süresi uzadıkça hata ihtimali artar. Binlerce figüranın rol aldığı bir yapımda işin kolayına kaçılmadan bazı sahnelerde plan sekans yönteminin uygulanması da takdiri hak ediyor.

Kurtuluş dizisi; kanaatimce, bağımsızlık mücadelesinde kanını, canını, kalbini, zihnini ortaya koymuş olan kahramanların, gelecek kuşaklara hak ettikleri kalitede aktarılabilmesi niyetiyle emeğine başvurulan oyuncusundan yapımcısına, yönetmeninden kameramanına kadar herkes tarafından maddi karşılığı olan bir iş olarak değil, millete karşı ödenmesi gereken bir vefa borcu olarak görülmüş ve bu bakışın getirdiği özveriyle ortaya konan değerli emeğin sonucunda yaratılabilmiştir. Sinematografi kalitesinin de üst düzeyde gerçekleştirilebilmesiyle birlikte bu değerli emeğin ortaya çıkardığı yapım bir başyapıt niteliğine bürünmüştür.

Kurtuluş’un Müzikleri

Tabi tüm bu unsurlardan ayrı ve bağımsız bir noktada yer alan fakat ilgili sahnelerin seyirci üzerinde bırakacağı izlenim konusunda tartışılmaz etkiye sahip olan müzikler ise ayrıca üzerinde durulmayı hak ediyor. Benim, Muammer Sun araştırması sırasında Kurtuluş dizisine ulaşmış olmam bir tesadüf veya çok detaylandırılan bir araştırmanın ürünü değil, bir sanatçının magnum opus eserinin burada yatıyor oluşundandır. Muammer Sun, bu dizi için yaptığı müziklerle akademik kariyerinden bağımsız olarak kanaatimce ayrı bir seviyeye ulaşmıştır.

Muammer Sun

İzmir Marşına öyle bir düzenleme getirmiştir ki; sadece bu müzik tek başına Milli Mücadele’nin özeti niteliğindedir. Başındaki sessizlik işgal altındaki bir milletin sessizliğini, ezilmişliğini, vakur duruşunu anlatırken sonrasında giderek yükselen sesler, büyüyen öfkeyi, milletin uyanışını ve büyük taarruzu anlatmaktadır. İzmir’in dağlarında açan çiçekler en iyi şekilde bu düzenlemede Kurtuluş Savaşı’nı yansıtmaktadır. Dizide bu marşın sahneye sessizce girdiği 5. bölüm finali, yürekte ince bir sızı ve gurur bırakır.

Muammer Sun’un kendi besteleri de dizide yer alıyor elbette. Çal dağını ele geçiren Yunan askerlerinin düzenledikleri eğlence gecesinde çalan müzik; Yunan Dansı ismi verilen harika bir Sun bestesidir. Yine Yunan Ağıtı, Savaş Müziği, Bozkırın Sesi, Hüzün gibi eserler Muammer Sun’un sonsuz alkışı hak ettiği muhteşem eserlerinden. Kurtuluş dizisine olan eşsiz katkıları dışında doğrudan bir ilgim, alakam olmadığı için yeterli derecede tahlil edemeyeceğim müzik ve konservatuar camiasına yönelik birçok çalışmasını buraya taşımak ve yazmak haddime değil. Ama gördüğüm ve okuduklarım kadarıyla Türk müziğine, eğitimine ve camiaya yaptığı katkılar büyük bir minnetle anılıyor ve Atatürk Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği saygın bir değer olduğu anlaşılıyor. Kendisine buradan uzun ömürler diliyorum.



Bir Muammer Sun yapımı olan Bozkırın Sesi. İçinde hiç söz olmamasına rağmen çok fazla şey anlatır. Yıllarca zafer yüzü görmemiş, ezilmiş, yok sayılmış, sömürülmüş, fakir bir milletin ölüm kalım savaşında aldığı galibiyetin vakur, dingin ve onurlu ezgisidir.


Kurtuluş dizisi, eleştirmenler tarafından eşsiz bir yapım olarak değerlendiriliyor. Dizi gelecek kuşaklara yönelik tarih anlatıcılığında önemli bir açığı kapatıyor. Elbette herhangi bir sinema filminin, tarih anlatıcılığı konusunda içereceği detay ve taşıyacağı bilgi yükü bir kitabın sahip olduğu kadar geniş olamaz. Kitap, tarihin hakikatli bir biçimde kavranmasında hayati bir zorunluluk taşır fakat meseleye; günde ortalama 6 saatini TV başında geçirip sadece 1 dakikasını kitaba ayıran bir millet olduğumuz gerçeğiyle yaklaşıldığında, tarih anlatıcılığı konusunda görsel kaynakların önemi daha net anlaşılabilir. Başka bir istatistik sonucuna göre ise ülkemizde her 100 kişiden sadece 4’ü kitap okuyor. Geri kalan 96 kişiye bilgiyi aktarmak için ya kitap okuma alışkanlığı kazanmalarını sağlamaya çalışıp bu alışkanlığın gelişmesini bekleyeceğiz ya da görsel kaynakları çeşitlendirecek ve var olan kaynakların daha çok kişiye ulaşması için tanıtılmasını sağlayacağız. Bu yazı da böyle bir amaca hizmet ediyor.

Bu vesileyle zihinlerde oluşması çok muhtemel olan benim de sık sık tartıştığım bir konuya değinmek istiyorum: Tarih bilmek ne kadar gerekli? Kurtuluş filminin parmak bastığı konu üzerinden gidersek; bir Türk vatandaşının, Milli Mücadele dönemini bilmesi, tanıması gerekli midir?

Bu konu her ne kadar başka bir yazının konusu olabilecek kadar detaylı olsa da burada verdiğim dizi tavsiyesini temellendirmek adına kısaca bahsetmekte yarar görüyorum.

Tarih Okumak/Öğrenmek Ne Kadar Gerekli?

Konuya gruplar hiyerarşisinin en alt unsuru olan aile kavramını ele alarak başlamak faydalı olur. Aileyi oluşturan temel unsurlar biyolojik birtakım akrabalık ilişkilerinin çok ötesinde, birlikte kaydedilen hikayeler, yaşanmışlıklar, anılar, verilen mücadeleler ve aşılan yollardır. Bu geçmişi ortadan kaldırdığınızda geriye kuru bir biyolojik ilişkiler yumağı kalır ki ailenin bir arada oluşu asla bu ilişkiler yumağına mecbur değildir.

Aileyi aile yapan birlikte geliştirilen hikayeler ve yaşanmışlıklar olduğu gibi toplumları toplum yapan da benzer geçmişe sahip olmaktır. İnsan ırkı, biyolojik yapısı gereği bir arada olmaya mecburdur, yalnız yaşayamaz. Gruplar hiyerarşisinde daha aşağıda bulunan aile birlikteliği de, toplum kümesi içerisinde yer almaya mecburdur. Bu durum tarihsel ihtiyaçlar neticesinde şekillenmiştir. Toplumlar ortak bir yaşanmışlığa, maziye, gönül birlikteliğine, mücadele sürecine, kültür anlayışına dayanan büyük insan topluluklarıdır.

Birey, içinde yaşadığı toplumun mazisini tanımadığında kendi varlığının toplum içerisindeki aidiyetini kuramayacak, tarih bilincinden yoksun bir zihnin toplumdan kopuşunu engelleyecek herhangi bir mekanizmanın geliştirilebilmesi söz konusu olmayacaktır. Hal böyle olunca tarih şuurundan uzaklaşıldıkça geriye bir toplum değil sadece bir insan kalabalığının kalacağı açıktır. Şu da bir gerçektir ki; tarih şuurunun gelişmesi, toplumun dağılması önünde engelleyici bir tedbir olacağı gibi toplumsal bağları güçlendirerek, ortak mazi etrafında kümelenen insan topluluğunun zorluklar karşısındaki mücadele azmini güçlendirecek ve insanlığa karşı başarı çıtasını yükseltecektir.

Annelerin anlattığı ve sizin hatırlamanıza imkan olmayan 0 – 5 yaş arası yaşanmışlıklar veya doğum sürecindeki hikayelerin, Milli Mücadele anlatısından hiçbir farkı yoktur. Her ikisi de tarihtir. Birisi doğrudan sizi anlatan veya sizin fiziksel varlığınıza dayanan anlatıyken diğeri; sonucunda sizi var edecek sonsuz farklı olasılıklar zinciri içerisinden birinin yaşandığı ve insanlığın kesintisiz tarih akışındaki küçük bir kesitten ibaret olan anlatıdır. Her ikisi de sizin varlığınızla doğrudan ilgili veya sonucunda sizi var eden kesintisiz akışın parçalarıdır.

Tarihi okurken, binlerce yıl önce alınmış ve çok daha farklı alınmış olması muhtemel olan herhangi bir kararın, adeta bir nehrin yatağını kökünden değiştirerek bilinmedik yollara saptırması gibi tarihin kesintisiz akışını nasıl değiştirdiğini, sonuç itibariyle bu kesintisiz akış içerisinde doğacak, büyüyecek, var olacak insanlığın kaderini yeniden yarattığı gerçeği karşısında büyülenirim. Ne olursa olsun; ister Roma, ister Osmanlı, ister Milli Mücadele tarihi… Aslında anlatılan senin hikayendir. Anlatılan; seni, beni var eden kesintisiz tarih akışının mercek tutulmuş, devinen küçük bir kesitidir. Hiç şüphe yok ki; Milli Mücadele anlatısı da tarihin bize ait olan başlıca kesitlerinden biridir. Kendi hikayemizi elbette okuyacak, izleyecek ve var oldukça, yaşam azmimizi diri tutarak geleceğe yürüyeceğiz.

Yorum bırakın